Hisarcık yaylasında aşağıya inerken Döl çeşmesinde (İneklerin boğaya tutulduğu yer) ona rastladım: 40 yaşlarında, esmer, ince, uzun boylu, kasketinin siperini az yukarıya kaldırmış, alnında ter damlacıkları; sesi dingin, konuşurken gözlerini kaçırmıyor…
Bağımsızlık savaşında bizimkilerin askerler için ekmek pişirdikleri tandır yerlerini birlikte inceledik: Savaş sırasında Yunanlılar tandırları vurmak için karşı yamaçlardan top mermisi yağdırırmış. Köylü kadınlar da mermilerden sakınmak için tandırları daha yukarılarda yaparlarmış.
Ondaki merakı anlayınca Sakarya Savaşını özetledim:
Cephenin, Bilecik’ten, İznik’e, oradan Eskişehir’e, Polatlı’ya, Haymana’ya uzanıyordu. Yunanlılar Polatlı’ya dayanmışlar, Ankara’ya ulaşmak için hazırlanıyorlardı. 10 Eylül 1921 gecesi Kumandan Mustafa Kemal’in Basiret Tepe’ye çıktı; 800 metre ötedeki Dua Tepe’ye hücum emri verdi. Süvariler dik yamaçtaki tel örgülere atıldılar, birçoğu şehit düştü; ama tepeyi aldılar.
O dikkatle dinliyordu. “Dua Tepe için ‘Türklerin Viyana’dan sonra geriledikleri en son nokta’ derler” diyerek bitirdim.
İlerdeki köye yakın durmamı istedi. Ayrılık zamanıydı. Gözlerini kısarak iyice yaklaştı; sesini sır verir gibi alçalttı:
“Şimdi son nokta da kalmadı! Çaresi yok; maddiyatla maneviyatı birleştireceğiz… Topraklarımızı bir daha kazanacağız!”
“Vatanımız böldürmeye teşne maneviyatçı hocalar” diyecek oldum, sözümü kesti:
“Hainliği meslek edinenler her devirde çıkar; ama sonunda biz kazandık!”
“Sizin köy de böyle mi düşünüyor?”
“Bizim köydekiler de, bu köydekiler de benim gibi düşünür; amma çürükler de var! Onlar da akıllanırlar, hele bir yola düşelim!”
“Burası senin köy değil mi?”
“Benim köy uzakta. Ben bu köyün imamıyım.”
Toklaşmak üzere elimi uzattım, o beni kendisine çekti, kucaklaştık. Köye yürüyen Hoca’nın ardından bakarken “Erzurum Kadısı Hurşit Efendi gibi ” demekten kendimi almadım.
Kadı, Polis Müdürü, Jandarma Komutanı
Kumandan Mustafa Kemal’le birlikte çalışan Mazhar Müfit Kansu haklarında gönderilen tutuklanarak İstanbul’a gönderilme emirlerini ve sonrasında yaşadıklarını anlatıyor. Onun yazdıklarından özetliyorum:
Valiliğe vekâlet eden Kadı Hurşit Efendi, İstanbul’dan gelen telgraf emrini de ekleyerek Mazhar Müfit Bey’e gönderdiği yazıda, “Divanı harbi örfide mahkeme edilmek ve asılmak arzu” ediyorsa makama buyurmasını istedi.
Mazhar Müfit Bey, şaka olduğunu düşünerek Kadı’ya gitti. Kahveler içildikten sonra Kadı Hurşit Efendi, Polis Müdürü Saffet Bey’i çağırtırınca işin ciddiyeti ortaya çıkmaya başladı. Polis Müdürü’nün tepkisi sertti:
“Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında her türlü menfi kararların ve bilhassa tevkif kararlarının nereden ve hangi makamdan gelirse gelsin gayri kabili infaz olduğunu hatırlatmak isterim. Tahmin ediyorum ki latife yapıyorsunuz (şaka ediyorsunuz.) Takdir buyurursunuz ki bu bahiste (konuda) latife dahi caiz (uygun) değildir!”
Kadı hiç bozuntuya vermedi; Jandarma Komutanı Ferit Bey’i çağırtırdı. Jandarma Komutanı Ferit Bey’in yanıtı daha da sertti:
“Bunda ısrar ederseniz Allah şahidim olsun, onun yerine sizi (Kadı’yı) şimdi hapsederim! Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları başımızın tacıdır. Onlara kimse dokunamaz! Dokunacak eli koparırız!”
Kadı Hurşit Efendi, kahkaha attıktan sonra yüksek söylendi:
“Hey gidi Sadrazam Paşa Hazretleri hey! Keşke gözün kulağın burada olsa da emri samii cenabı sadaretpenahilerinin nasıl kepaze olduğunu bir görsen!”
Kadı, Polis Müdürü ve Jandarma Komutan’ına bakarak sesini yükseltti:
“Teşekkür ederim çocuklar; sizi sınadım. Sizin gibi vatanseverlerden daha başka bir hareket ummazdım zaten!”
*
Oturduğunuz yerden “Nerede o adamlar şimdi?” diye söylendiğinizi duyar gibiyim; ama Hoca, ne oturmaya, ne de teslim olmaya niyetli!
Ayrıntılar için: Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt: I, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu Yayınları, 3. Baskı, 1988, s. 90–92
29 Ocak 2014 mydlrm2010@gmail.com
ÇARE-2 ASALAKLAR ULUSUN YAKASINDAN DÜŞÜRÜLECEK Mustafa YILDIRIM
Sayın ve pek muhterem Seyyid Kemal bin Haşimi!
Bağımsızlık savaşını sürdüren ve Türklerin Cumhuriyetini kuranların partisinin başına gelip oturdun!
Seni oraya halk getirmedi.
İki de bir de kasetten söz ediyorsun; ama konumuz o değil!
Şimdi kalkmış “Düşün CHP’nin yakasından” diye haykırıyorsun!
Seyyid Kemal bin Haşimi Hazretleri!
Senin Nazımiye kasabasından kim Bağımsızlık Savaşı’na koşmuştur, bilmiyoruz!
Ne ki biz,
Ödemiş dağlarında, Aydın ovasında,
Ulus Dağı’nda, Kocatepe sırtlarında, Duatepe’de,
İnönü’nde, Hisarcık yaylasında, Beylikköprü’de
İstanbul’un karanlık sokaklarında,
Selanik ve Rodos zindanlarında, Pire, İskenderiye, Hindistan esir kamplarında,
Dilovası’nda, İzmit önlerinde bağımsızlık için toprağa düşenlerin öyküleriyle büyüdük!
Sayın, En Yüce Başkan Seyyid Kemal bin Haşimi!
Biz Türkler,
Bağımsızlık, onur, ulusal birlikçilik ruhunu kitaplardan değil de binlerce yıllık geçmişimizden aldık!
Sen Kürdistan açılımına bir kerecik muhalefet etmemişsin! Üstelik devletimizin topraklarını bölerlerken “barışın dili” safsatasıyla muhalefeti önlemişsin!
Sınırlarımız ortadan kaldırılıp yurdumuz Arap-Kürt istilasına açılırken sen bir kerecik olsun ağzını açmadın!
Bak, Seyyid Kemal bin Haşimi!
Sen 4 yıldır, bir kerecik olsun, devletimizin parçalandığından söz etmemişsin!
Sen, yüzlerce yıllık acıların sonunda kurulan özgürlükçü eğitim kurumlarının cemaatler yönetiminde medreselere teslim kararı alınırken suspustun!
Üstelik TBMM’de CHP grubunun sessizliğini eleştirene Muharrem İnce bile Genel Merkez’in talimatı deyivermişti.
Bak, Seyyid Kemal bin Haşimi!
Sen, Arap baharcısıyla Arapçı, Amerikalıyla Amerikalı,
Cemaatçiyle cemaatçi, Kürdistan milliyetçisiyle eyaletçi,
Dersim ayrılıkçısıyla CHP düşmanı, İslamcı Ali Coşkun’la umreci…
Amerikan uşağı federasyoncularla TESEV’ci,
Laiklik düşmanlarıyla Arap Haşimi kökenli (Seyyid),
Kongrelerde elemanların aracılığıyla “Mezhepçi” oluverdin.
Bak, Seyyid Kemal Kılıçdaroğlu bin Haşimi!
CHP’nin tepesine konduktan hemen sonraydı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin köklerini sökecek referanduma gidilirken, alanlara çıktın!
İyi de yapmıştın; ancak bir kerecik olsun “Atatürk” diyemedin!
Üstelik bir kerecik olsun, devletin adalet kurumlarının cemaatlerin eline geçeceğinden, ulusal devletin yıkılacağından söz etmedin!
Yalnızca ve yalnızca Recep Tayyip Erdoğan’a sokak ağzıyla bağırıp durarak yıkımı örtbas ettin!
Recep Tayyip Erdoğan’a “diktatör” derken CHP milletvekillerini,
“İzin vermem!”
“Canınıza okurum!” vb.
Tehditlerle susturmaya çalıştın!
4 yıldır her sözüne “Ben” diye başladın, “Ben” diye bitirdin!
Partinden söz ederken bir kerecik olsun “Biz” demedin!
Milletvekilini CHP Kurultayı’nda dövenleri önlemek için ağzını bile açmadın!
CHP yönetimine atadığın elemanlarına bile danışmadan devletimizin geleceğini tehlikeye atıverdin!
Seyyid Kemal Kılıçdaroğlu bin Haşimi!
Sen misyonunu yerine getirirken gelmiş geçmiş en akıllı, en taktikçi, en başarılı parti başkanıydı!
Başbakan halkı bölerken, sen de ondan aşağı kalmadın; ancak bir farkla Başbakan, açık açık söyledi ve yaptı; sen alttan alta yaptın yapacağını!
Amerikalılar da, Araplar da çiçekten çiçeğe konanları bir süre taşırlar; ama kral yapmazlar!
Ancak ve ancak Saygıdeğer, Pek Muhterem, Çelebi, Gandi görünümlü, Yeşil-Turuncu CHP Umum Reisi Nazımiyeli Seyyid Kemal Kılıçdaroğlu bin Haşimi!
İşlerine geldiğinde “Kuvayı Milliyeci”, gelmediğinde “Cemaatçi” kesilen, ebedi vekil kalmaktan başka amacı olmayan elemanların, başkanvekillerin asla, ama asla unutulmayacaklar!
75 yıldır fırkanın kanını emenler, halkı karanlığa teslim edenler Türklerin Ulusal Bağımsızlıkçı Hareketinden silinecekler!
15 Ağustos 2014
Not: Söylemimizi sert, kaba bulacaklar, bizi sürekli aşağılayanlara karşı sabrımızın artık taşı çatlattığını bilse yeridir!
ÇARE SENDE! Mustafa YILDIRIM
Salon konuşmalarını dinlemiş mi? Evet, hem de kaç kere!
Televizyonlarda, sabahlara dek süren, tartışmaları izlemiş mi? Evet, izlemiş hiç bıkmadan!
Ağza alınması zor sözlerle yöneticilere saldıran, her biri 50–100 bin satan o kitapları okumuş mu? Evet, okumuş; içi rahatlamış!
Okumakla kalmamış; kime rastlarsa o yazıları övmüştü.
Lider bellediği o adam, kuyruk sallayınca içerden-dışardan saldıranlarla Cumhuriyet Devleti yıkıcılarına soluğu kesilmiş, çöküp kalmıştı.
Alanlara çıkmış birleşelim diye; “Katılanların sayısı bir milyon” denilince de “İşte çılgın Türkler” diye ayağa kalkmıştı.
İkinci gün suskunluk, üçüncü gün bildik sloganlar…
Öfkelenmiş; “Halk nerde? Çılgın Türklere ne oldu?” diye sorup durmuştu.
Aklına bile gelmemiş halkın 65 milyonunun “tweet” , “facebook” işleriyle uğraşacak zamanının, gücünün olmadığı!
“Ekmek kavgası derman mı bırakır akşama!” dememiş; onlarla birlikte yaşamamış, onların dertlerini günlük, sıradan işler diye geçiştirmiş!
Ordunun, Kumandan Mustafa Kemal’in “İstiklal Ordusu” olmadığı hiç aklına gelmemiş; kanmış abartılı manşetlere!
….
Askeri garnizonda bayrak indirilince şaşırıp kalmış ve gelmiş, soruyor:
“Şimdi ne yapacağız? Çare yok mu?”
Reçete arıyor; ama bizde öykü çok:
Kalkıp gelmişlerdi Denizli delegeleri çare aramaya Sivas’a.
Kumandan sözü uzatmadı:
“Filhakika (gerçektir ki) İstanbul’da, şurada burada nümayişler (mitingler) yapılmıştır; ancak, sizin Aydın Kuva-yı Milliyesi’nde patlattığınız tüfeklerin sesi Paris saraylarında çınladı!” [1]
….
Çaresizlik duygusu kolay atılamazdı o günlerde.
Osmanoğullarının son kalıntıları, saltanatlarını, ailelerini kurtarmak için orduları, telgraf-telefon şebekesini, postaneleri, limanları, Çanakkale Boğazını, İstanbul Boğazı’nı, Antep’i, Çukurova’yı, İzmir’i, Ege’yi… teslim etmişlerdi bir Yunan adasında.
Şimdilerde “ceddimiz”, “atalarımız” diyerek böbürlenilen o saltanat düşkünleri, o teslim anlaşmasını imzalatırken Kumandan Halep’teydi ve püskürtmüştü İngilizleri, Mekkeli Haşimiler aşiretinin oğlu Faysal’ın çapulcularını.
Kumandan, İskenderun-Belen-Tel Afrin-Tel Afer- Musul savunma hattını kurmaya çalışıyordu. Aynı günlerde Musul’daki ödlek Osmanoğlu Paşası, teslim ediyordu Musul’u, İrbil’i, Kerkük’ü, Tel Afer’i ve Türk ordusunu…
Yine o günlerde Musul’da sürgündeydi Balkanların Hürriyet Komitacısı Yahya Kaptan!
Kumandan’a ulaşmak için düştü yollara, atlatarak Kürt pusularını, ulaştı Adana’ya! (Bk. 58 Gün)
Ne talihsizlik! Ordusu Hanedan emriyle dağıtılan Kumandan, İstanbul’a gitmişti.
Osmanlının zaptiyelerinden sakınarak, kentlere, kasabalara, köylere girmeden yürüdü Kaptan. Yürüdü aylarca; sonunda ulaştı işgal İstanbul’una. Ancak yine Kumandan’ı bulamadı. Kumandan Erzurum’daydı.
Kaptan, günlerce dolaştı geceleri İstanbul’da.
Gündüzler, İngiliz, Fransız, Yunan…
Daha kötüsü İngiliz emrindeki Vahdettin’in muhbirleri…
Islak, soğuk gecelerde Kasımpaşa’nın karanlık sokaklarında yürürken içini yaktı binlerce kez o soru:
“Ne yapmalı? Şimdi ne yapmalı?”
Sonunda çıkageldi sürgün arkadaşı Tikveşli Ömer. “Ne yapmalı?” diye sordu Tikveşili’ye. İçten gelen ıslık gibiydi sesi, “ Bir çaresi olmalı be yahu!” dediğinde!
İki hafta sonra buluştular bir kez daha.
“Haydi, Kaptan” dedi Tikveşli, “Sırtla heybeni! Beykoz ormanlarını geç geceleri, Gebze yakınında Kuşçalı Köyü’ne ulaş, Köy’e girme, Karakola gir!”
Kaptan irkildi; “Bu da bir tezgâh mı? Karakol Cemiyeti beni oralarda mı bitirecek?” diye geçirdi içinden; kaşlarını çattı, Tikveşli’yi duyabilmek için eğildi. Tikveşli fısıldadı:
“Telgraf makinesinden alacaksın emri.”
“Kimden?”
“Hele bir var karakola” dedi Tikveşli, bostanın içinde ayaza kesmiş karanlığa karıştı.
…
İçinde bin bir karanlık kuşkuyla girdi karakola Kaptan.
Çavuş, şuracıkta “Bekle!” dedi.
Ay karanlık, gece uzun, yıldızlar soğuk…
27 yıllık ömrüne bir yirmi yedi yıl daha eklendi bir gecede.
Tanyeri ağardı ağaracak; telgraf makinesinin tıkırtılarıyla silkindi.
Çavuş, “Emredersiniz!” diyerek tıkırdattı manipleyi ve “Gel!” dedi Yahya Kaptan’a. Kaptan şaşkın, donup kaldı.
Çavuş sesini yükseltti:
“Mustafa Kemal Paşa makine başında! De şimdi, diyeceğini!”
Kaptan’ın sesi titredi:
“Kumandanım! Ben size İzmit’ten tavsiye edilen Yahya Kaptan! Emrinizdeyim!”
Derin derin soluyarak bekledi Kaptan, makineden gelecek yanıtı.
Sonunda uzaklardan gelen iç açıcı çoban türküsü gibiydi makinenin sesi:
tıkı-tık-tık… Tık-tıkı-tıkı-tık…”
Çavuş sesini yükselterek okudu çözdüğü telgrafı:
“Kuvvetli bir teşkilat kur!
Gözlerinden öperim.
Heyet-i Temsiliye Reisi
Mustafa Kemal!”
Kaptan, “Hepsi bu mu?” diye sordu.
Çavuş, “Hepsi bu Kaptan!” dedi, “Yolun açık olsun!”
Yahya Kaptan, Dilovası’ndaki arkadaşına giderken, “Çocukları da alırım, Rumeli göçmeni gibi yerleşiriz köye; sonrası Allah kerim” diye söylendi kendi kendine. Yorgunluktan yığılacakken olduğu yere yineleyip durdu emri:
“Kuvvetli bir teşkilat kur!”
“Kuvvetli bir teşkilat kur!”
…
İzmit Körfezi’ne doğru yol alan İngiliz zırhlısını görünce içi buz kesti; ama birden yineledi:
“Kuvvetli bir teşkilat kur! Gözlerinizden öperim!”
İçi ısındı, göğsü genişledi; “Demek ki çare buymuş’ Kuvvetli bir teşkilat kuracağım” diyerek pelitlerin arasından aşağılara yürüdü.
…
Sonra mı?
Yahya Kaptan emri bir haftada yerine getirdi.
Daha sonra mı?
“Ulus Dağı’nda bir ateş yaktı Asker Makbule”
Ancak binlerce yıllık ilke değişmedi:
Sızlanmak, dövünmek, boş yere ağlaşmak, alçaklara sığınmak çare değil!
Yere düşen bayrak sandıkla kalkar mı?!
[1] Osmanlı’nın başları öne düşmüş heyeti, Paris Paylaşım (Onlar Barış diyor, tıpkı bugünlerdeki gibi) toplantısında zılgıt ütüne zılgıt yiyor; küfre varan hakaretler karşısında sus-pustular.
1 Temmuz 2014
TÜRKİYE’DE ZORDUR TÜRK OLMAK! HALEP’TE, KERKÜK’TE, TEL AFER’DE DAHA DA ZOR!! Mustafa YILDIRIM
Artık Türkiye’de “Türk” olmak, Türk olarak parti başkanı, bakan, Cumhurbaşkanı olmak olanaksızlaştı! Türk kalabilmek hüner istiyor! 2007’de, Türk olmak ne denli zordu:. Sabrınıza sığınarak o yazıyı aşağıya alıyorum:
“Türk Olmak Zor!
Başkale’nin Belediye Reisi, AKP oylarıyla Cumhurbaşkanı olarak seçilen Sayın Abdullah Cumhur Gül’ün yoluna 21.000 gül dökmüş. Demek ki ilerleme var; deve kurban etmiyorlar.
Başkale deyince geçmişten bir yaprak düşüyor: Korucuların Ağası (sanırım aynı zamanda belediye reisiydi), Ankara’da bir otelde yatıp kalkar; ayda bir korucu başına ödenen maaşları tahsil edermiş.
Kürt Reis, Belediye’ye küçük bir iş yapan genç mühendislere acımış; “Yazık size çocuklar” demiş, “Birkaç gramla şu kazandığınızın kat be katını alırsınız!”
Hala sorar dururum “Onca değerli gram neymiş?” diye.
Başkale deyince bir üst düzey yöneticiyi de anımsarım. Oralardaki ilde yüksek makam görevlisi kişi, PKK saldırılarının durdurulamamasının nedenini konuşurken birden parlamıştı:
“Haydi gitsene uyuşturucu şebekesinin üstüne; bak bakalım PKK’nin gücü kalıyor mu?”
Yollara gül dökülünce herhalde, her yer güllük gülistanlık oluyor ve karanlık beyaza kesiyor.
*
PKK bağlantılı partinin ünlü yöneticisi de “Hizbullah’la aramızın (PKK’nın) düzelmesinde Diyarbakırlı hatırı sayılır kişilerin rolü oldu” diye yazmış ve bu açıklama kitaba (Sivil Örümceğin Ağında) geçmişti.
O gün bugündür sorara dururum: “PKK ve Hizbullah’a aynı anda söz geçirebilen bu kişiler kimlerdi ve şimdilerde kimlere nazları geçiyor?”
Bir soru daha eklerim: “Gaffar Okkan, Hizbullah operasyonunu açıklarken ‘Bunların hepsi casus!’ demişti. Kimler hangi yabancı, komşu devletin casusu?”
*
Uğur Mumcu’yu öldürdükleri savıyla yargılananlar İran-al-Kudüs Kuvvetleri bağlantılıydı. Onları Tahran’da karşılayan kişi, eski MSP teorisyeniydi ve Samsunluydu; İran radyosundan Türkiye Cumhur,iyeti’ne, Mustafa Kemal’e sövüp duruyordu.
Davalar sonuçlanıyor… Dosyalarda, Uğur Mumcu gibi 24 Ocak’ta öldürülen Gaffar Okkan’ın “casus” dediği Hizbullahilere silah veren devletlin ve PKK-Hizbullah arabulucusu hatırı sayılır kişinin, Tahran’’a Fatih-Çarşamba’dan gitme MSP elemanları hakkında en küçük bir sorgu yok!
Davaları böyle görülen ülkemizde AKP tarafından Cumhurbaşkanı seçilen Sayın Abdullah Cumhur Gül, daha dün Tuzhurmatu’da kahvehane bombalanmasıyla katledilen ve ağır yaralanan Türkler için ne yapacaklar?
“Kabul edilemez” ve benzeri alttan açıklamalarla yetinecekler. Ne de olsa Akev’in önünde imzasız ‘vizyon’ belgesini, parlak dişlerini göstere göstere başarısını açıklayan eski Dışişleri Bakanı’nı unutmadık.
Hele onun Tel-Afer’de Türkler bombalandığında “Ama onlar terörist” dediğini de!
Aslında oturup kalmayacaklar; “Yaralılar bizimdir” diyerek Kerkük’e tayyare gönderecekler; yeni ölümleri bekleyecekler.
Görünüş öyle; çünkü Abdullah ‘Cumhur’ Gül’ün yerine Dışişleri Bakanı olanı Ali Babacan da, ABD ile müttefiklik (aynı cephede yer alma) konularımızı çeşitlendireceğimizi ilan ediverdi.
Bunları dava dosyalarına ek olsun diye, yazdım; çünkü Kerkük’ün Tuzhurmatu kasabasındaki kahvehaneye motosikletle dalarak bomba patlatanlarla Ankara’ya bomba yığanlar arasında bir fark var: Kerkük’teki bombacı ABD korumasında ve Ankara’dakiyse…
Yani bugünlerde zor iş Türk olmak! Ondan daha zoru, Kerkük’te Türk olmak! 21.9.2007 “
Yedi yılda ne mi oldu? “Türk” demek neredeyse yasak! Başbakan “Ben Gürcüyüm” dedikten sonra Siirt’teki alanda söylev çekerken “Arap kızı aldım!” diye bağırmıştı!
Mahdumları da maşallah Arap Suud prensleri gibi her yatırıma, arazilere ortaklar! Modelimiz, rejimimiz Arapların aşiret devleti düzeni ve şeriata uygundur! Sorun “Türk” olmak!” 1 Ağustos 2014
DAVASINA SADIK TEK ÖNDER: REHBER-İMAM Mustafa YILDIRIM
Oyun, öyle yerli soytarılarla kurulamayacak kadar basit, ince; ama her adımı zamanında…
Belediye seçimleri yaklaştıkça yolsuzluk kayıtları yayıldıkça, muhalefet giderek bloklaştıkça… Öne çıkmamalı halkın Gezi hareketi; çatallanmalı muhalefetin sesi.
Bakmayın paşa dediklerine, Amerikan Paşası Mullen ona “İlker” diyordu ortalık yerde… Silivri’den çıkarılıverdi Mullen’in İlker’i!
Bir anda belediye seçimi unutuldu; medya göstericileri Paşalarının önünde, yanında, orasında, burasında; “İşte” dediler, “Cumhurbaşkanımız!”
Çabuk söndü paşa mumu… Artık seçimler yakın mı yakın, muhalefet medya da manşetler; “Çıktılar, çıkacaklar!” Yandaş medyada da “Çıktılar, çıkacaklar!”
Tam zamanında açtılar kapısını Silivri’nin… Muhalefetin sesleri çatallandı, her kafadan bir ses:
Kimisi “Kürt-Türk emekçi halkının devriminden”, “Suriye’den Esat, Irak’tan (İran-Amerikan ortak uşağı) Maliki ve İranlı görevlilerle Sultanahmet’te birlikte namaz kılacağız” deyiverdi “Mustafa Kemal’in askeri” ilan eden birisi…
Hükümet Başkanı’na teşekkürü borç bildi “subay” olamamış memurların bazıları! Hedef Türklerin devleti değilmiş de kendileriymiş gibi esaret zulmünden yakınıp durdular!
Unutulup gitti asırlardır eşi benzeri görülmemiş çapulculuk! Oylar sayıldıydı, başkasına yazıldıydı derken olan oldu; belediyelerin çoğu sarardı, hele Karadeniz sapsarı kesildi!
Kazandı yine Asitane’nin Rehber İmamı…
Seçimin üstünden bir gün bile geçmeden, muhalefet bir tas soğuk su içti dürüst halkın çalınan oyları üstüne!
Çapulun üstünden iki gün geçmemişti ki muhalefet halkın öfkesini bastırmaya soyundu ve hemen “Cumhurbaşkanlığı” sandığına bağlayıverdi gündemi.
Kapılardan serbest bırakılanlar işgal ediverdi ön sayfaları, orta sayfaları, ekranları: Kendilerine acıdıkça acıdılar… Gençleri Ayetullahlara gönderdi birisi. Gençler “İran da devrim yaşanıyor” dediler; ama Ayetullahlardan söz etmediler!
Bekledi, bekledi, ana-baba muhalefet, aday açıklayacaklar, açıklayacaklar, açıklayacaklar…
Sandığa iki ay kalmıştı; birden “asıl hedef Cemaat” dedi birisi, “AKP’ye destek olalım!”
Oldular, oldular… Sandığa on iki gün kala o da ne “Cemaate operasyon!”
Sandık güme gitti yine! Kendilerini soldan-sağdan muhalefet sanan örgütler unuttular seçim taktiklerini…
Rehber İmam, sözüne sadık, yeminine sadık, hocalarına sadık, davasına sadık; yürüyor emin adımlarla hilafet koltuğuna!
Ara yerde “Cemaat” gösterip” kuruyor Birleşik İslam İnkılâp Kuvvetlerini!
Kardeşi Abdullah, aralarında çekişme varmış gibi yumuşatıyor irili ufaklı sözde muhalefeti! Hatıralarında kalmadı Londra’da kurulan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni düşman ilan eden “Khilafat 1924” örgütü!
İçerdeki savaş için silahlı-uygulamalı eğitimdeler el-Kaida, al-Kudüs, Müslüman Kardeşler elemanları, Kürt Hizbullahileri, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, Mısır’da, Malezya’da, İran’da…
Gün gelecek ellerinde silahları, savaşlarla pişkin dönecekler; şaşırtacaklar’
Şimdi söyler misiniz Mart’ta, Ağustos’ta sandık günlerine yaklaştıkça neden ciddi operasyonları, adım adım, harika zamanlamayla yerli ekip düzenleyebilir mi?
Politik ufukları Kum’daki Ayetullahların karanlığıyla, Pekin’in, Şam’ın, Bağdat’ın, Moskova’nın, Katar’ın, Suud krallarının, Amerikan devletinin, İngiliz-Alman-Fransız-Atina devletlerinin, Tel-Aviv korsanlarının kararlarıyla uyumlu ve sınırlı olanlardan medet umulabilir mi?
“Bağımsızlık” ve “özgürlük” istemeyi hak etmek için önce kendi beyniniz bağımsız-özgür olacak; başka devletlerin politikalarına göre değil kendi ülkeniz için, kendi tarihsel özünüze, ahlakınıza uygun savaşacaksınız!
Ey Türkler ve kaderlerini onlarla birleştirenler!
Savaşacaksınız, hem de beş gün değil yıllar sonrası için! Ölecekseniz, gerçek insan özgürlüğü için, ilkelerini satmadan ölmeye değmeli!
31 Temmuz 2014
ÇARE SENDE! Mustafa YILDIRIM
Salon konuşmalarını dinlemiş mi? Evet, hem de kaç kere!
Televizyonlarda, sabahlara dek süren, tartışmaları izlemiş mi? Evet, izlemiş hiç bıkmadan!
Ağza alınması zor sözlerle yöneticilere saldıran, her biri 50–100 bin satan o kitapları okumuş mu? Evet, okumuş; içi rahatlamış!
Okumakla kalmamış; kime rastlarsa o yazıları övmüştü.
Lider bellediği o adam, kuyruk sallayınca içerden-dışardan saldıranlarla Cumhuriyet Devleti yıkıcılarına soluğu kesilmiş, çöküp kalmıştı.
Alanlara çıkmış birleşelim diye; “Katılanların sayısı bir milyon” denilince de “İşte çılgın Türkler” diye ayağa kalkmıştı.
İkinci gün suskunluk, üçüncü gün bildik sloganlar…
Öfkelenmiş; “Halk nerde? Çılgın Türklere ne oldu?” diye sorup durmuştu.
Aklına bile gelmemiş halkın 65 milyonunun “tweet” , “facebook” işleriyle uğraşacak zamanının, gücünün olmadığı!
“Ekmek kavgası derman mı bırakır akşama!” dememiş; onlarla birlikte yaşamamış, onların dertlerini günlük, sıradan işler diye geçiştirmiş!
Ordunun, Kumandan Mustafa Kemal’in “İstiklal Ordusu” olmadığı hiç aklına gelmemiş; kanmış abartılı manşetlere!
….
Askeri garnizonda bayrak indirilince şaşırıp kalmış ve gelmiş, soruyor:
“Şimdi ne yapacağız? Çare yok mu?”
Reçete arıyor; ama bizde öykü çok:
Kalkıp gelmişlerdi Denizli delegeleri çare aramaya Sivas’a.
Kumandan sözü uzatmadı:
“Filhakika (gerçektir ki) İstanbul’da, şurada burada nümayişler (mitingler) yapılmıştır; ancak, sizin Aydın Kuva-yı Milliyesi’nde patlattığınız tüfeklerin sesi Paris saraylarında çınladı!” [1]
….
Çaresizlik duygusu kolay atılamazdı o günlerde.
Osmanoğullarının son kalıntıları, saltanatlarını, ailelerini kurtarmak için orduları, telgraf-telefon şebekesini, postaneleri, limanları, Çanakkale Boğazını, İstanbul Boğazı’nı, Antep’i, Çukurova’yı, İzmir’i, Ege’yi… teslim etmişlerdi bir Yunan adasında.
Şimdilerde “ceddimiz”, “atalarımız” diyerek böbürlenilen o saltanat düşkünleri, o teslim anlaşmasını imzalatırken Kumandan Halep’teydi ve püskürtmüştü İngilizleri, Mekkeli Haşimiler aşiretinin oğlu Faysal’ın çapulcularını.
Kumandan, İskenderun-Belen-Tel Afrin-Tel Afer- Musul savunma hattını kurmaya çalışıyordu. Aynı günlerde Musul’daki ödlek Osmanoğlu Paşası, teslim ediyordu Musul’u, İrbil’i, Kerkük’ü, Tel Afer’i ve Türk ordusunu…
Yine o günlerde Musul’da sürgündeydi Balkanların Hürriyet Komitacısı Yahya Kaptan!
Kumandan’a ulaşmak için düştü yollara, atlatarak Kürt pusularını, ulaştı Adana’ya! (Bk. 58 Gün)
Ne talihsizlik! Ordusu Hanedan emriyle dağıtılan Kumandan, İstanbul’a gitmişti.
Osmanlının zaptiyelerinden sakınarak, kentlere, kasabalara, köylere girmeden yürüdü Kaptan. Yürüdü aylarca; sonunda ulaştı işgal İstanbul’una. Ancak yine Kumandan’ı bulamadı. Kumandan Erzurum’daydı.
Kaptan, günlerce dolaştı geceleri İstanbul’da.
Gündüzler, İngiliz, Fransız, Yunan…
Daha kötüsü İngiliz emrindeki Vahdettin’in muhbirleri…
Islak, soğuk gecelerde Kasımpaşa’nın karanlık sokaklarında yürürken içini yaktı binlerce kez o soru:
“Ne yapmalı? Şimdi ne yapmalı?”
Sonunda çıkageldi sürgün arkadaşı Tikveşli Ömer. “Ne yapmalı?” diye sordu Tikveşili’ye. İçten gelen ıslık gibiydi sesi, “ Bir çaresi olmalı be yahu!” dediğinde!
İki hafta sonra buluştular bir kez daha.
“Haydi, Kaptan” dedi Tikveşli, “Sırtla heybeni! Beykoz ormanlarını geç geceleri, Gebze yakınında Kuşçalı Köyü’ne ulaş, Köy’e girme, Karakola gir!”
Kaptan irkildi; “Bu da bir tezgâh mı? Karakol Cemiyeti beni oralarda mı bitirecek?” diye geçirdi içinden; kaşlarını çattı, Tikveşli’yi duyabilmek için eğildi. Tikveşli fısıldadı:
“Telgraf makinesinden alacaksın emri.”
“Kimden?”
“Hele bir var karakola” dedi Tikveşli, bostanın içinde ayaza kesmiş karanlığa karıştı.
…
İçinde bin bir karanlık kuşkuyla girdi karakola Kaptan.
Çavuş, şuracıkta “Bekle!” dedi.
Ay karanlık, gece uzun, yıldızlar soğuk…
27 yıllık ömrüne bir yirmi yedi yıl daha eklendi bir gecede.
Tanyeri ağardı ağaracak; telgraf makinesinin tıkırtılarıyla silkindi.
Çavuş, “Emredersiniz!” diyerek tıkırdattı manipleyi ve “Gel!” dedi Yahya Kaptan’a. Kaptan şaşkın, donup kaldı.
Çavuş sesini yükseltti:
“Mustafa Kemal Paşa makine başında! De şimdi, diyeceğini!”
Kaptan’ın sesi titredi:
“Kumandanım! Ben size İzmit’ten tavsiye edilen Yahya Kaptan! Emrinizdeyim!”
Derin derin soluyarak bekledi Kaptan, makineden gelecek yanıtı.
Sonunda uzaklardan gelen iç açıcı çoban türküsü gibiydi makinenin sesi:
tıkı-tık-tık… Tık-tıkı-tıkı-tık…”
Çavuş sesini yükselterek okudu çözdüğü telgrafı:
“Kuvvetli bir teşkilat kur!
Gözlerinden öperim.
Heyet-i Temsiliye Reisi
Mustafa Kemal!”
Kaptan, “Hepsi bu mu?” diye sordu.
Çavuş, “Hepsi bu Kaptan!” dedi, “Yolun açık olsun!”
Yahya Kaptan, Dilovası’ndaki arkadaşına giderken, “Çocukları da alırım, Rumeli göçmeni gibi yerleşiriz köye; sonrası Allah kerim” diye söylendi kendi kendine. Yorgunluktan yığılacakken olduğu yere yineleyip durdu emri:
“Kuvvetli bir teşkilat kur!”
“Kuvvetli bir teşkilat kur!”
…
İzmit Körfezi’ne doğru yol alan İngiliz zırhlısını görünce içi buz kesti; ama birden yineledi:
“Kuvvetli bir teşkilat kur! Gözlerinizden öperim!”
İçi ısındı, göğsü genişledi; “Demek ki çare buymuş’ Kuvvetli bir teşkilat kuracağım” diyerek pelitlerin arasından aşağılara yürüdü.
…
Sonra mı?
Yahya Kaptan emri bir haftada yerine getirdi.
Daha sonra mı?
“Ulus Dağı’nda bir ateş yaktı Asker Makbule”
Ancak binlerce yıllık ilke değişmedi:
Sızlanmak, dövünmek, boş yere ağlaşmak, alçaklara sığınmak çare değil!
Yere düşen bayrak sandıkla kalkar mı?!
[1] Osmanlı’nın başları öne düşmüş heyeti, Paris Paylaşım (Onlar Barış diyor, tıpkı bugünlerdeki gibi) toplantısında zılgıt ütüne zılgıt yiyor; küfre varan hakaretler karşısında sus-pustular.
1 Temmuz 2014
KALLEŞLER ULUSAL KAHRAMAN OLABİLİR Mİ? Mustafa Yıldırım
“AÇILIM” DA NEYMİŞ?
DÜPEDÜZ VATAN SATILIYOR!
Küresel fırtına içinde unutulup giden acıma duygusunu canlandırmak için gençlere örnekler verilince çoğunlukla şu kısa yanıtı alıyoruz: “Duygu sömürüsü yapma!”
Ülkeyi yönetmekle görevlendirilen ekibin başındaki 2 Numara da “açılım” sözcüğünün altını göstermek yerine, coşkulu bir vaiz tavrıyla sesini yükseltiyor: “Kimse anaların gözyaşları üstünden pirim yapmaya kalkmasın!”
Ses metalik, söz güzel; ama gerisi yok. Oysa soru çetin: Hangi anaların gözyaşı?
MÜHENDİSLER – İŞÇİLER
Mühendisler, başlarına geleceği düşünmeden krom işletmesine gidiyorlardı. Otomatik silahlılar araçlarını durdurdular. Mühendisleri Onları sıraya dizdiler ve mermi yağdırdılar.
Mehmet Çetin, Bülent Fidan, Orhan Yeler, F. Mehmet Bakar, Selim Şahin, Aydın İnceoğlu, Hüseyin Yeğenoğlu, Mehmet Zeki Özçelik silahsızdılar, kimseyle bir alıp veremedikleri de yoktu; ama öldürüldüler.
Petrol sondaj kuyularında çalışan A. Hakan Yılmaz, Hakan Bayla ile Mustafa Yelkenci’yi yana yana sıraladılar; birer mermiyle vurdular.
ÖĞRETMENLER
Elazığ ilinde köy okuluna gelen katiller, öğretmenlerin ailelerini bir odaya kapattılar. ÖğretmenSelahattin Kurtuluş, Hikmet Kurtuluş, İzzet Yüksel, Ahmet Bekâr ve Bayram Yeşil’i okul sıralarına oturttular; yaylım ateşle öldürdüler.
Tunceli’nin Bükardı köyünün okulunda Öğretmen Hamza Çetin’i, Erkan Aydın’ı da kurşuna dizdiler. Yine Tunceli’nin Pirincik köyü okulunda öğretmen Fevzi Katar, Taşkın Şengen, Ünal Atlı ve Orhan Bakış’ı öldürdüler. Öğretmen Cemal Ünlü ağır yaralandı.
Tunceli Mazgirt ilçesi, Darıkent Beldesi ilkokulunda öğretmen Ali İhsan Çetinkaya, Metin Kaynar, Buminhan Temizkan, Mustafa Karınca, Rüstem Şen ve Vedat İnan’ı evlerinden çıkardılar, yaylım ateşle öldürdüler.
Öldürdüler; çünkü ABD’nin “Gerilla Savaşı” talimatında devlet görevlilerinden “özenle seçilmiş hedeflerin, planlanarak nötralize edilmeleri” yazılıydı. “Nötralize etme” nin “katletmek” olduğunu söylemeye gerek yok.
HANGİ AÇILIM?
Kimlerdi o katiller ve onların anaları ağladı mı?
Mühendisleri, masum emekçileri öldürenler, kültürel haklar için mi bastılar tetiğe? Savcılar onları mahkemeye çektiler mi?
Yargıçlar, otomatik silahları, mühendislerin, öğretmenlerin bedenlerine saplanan mermileri katillere veren devletleri sorguladılar mı?
Katilleri eğiten Kıbrıs faşist örgütü EOKA deneyimli Yunanlı subaylar hiç sorgulandılar mı? Katilleri besleyen uyuşturucu parasının kaynağı araştırıldı mı?
Yok muydu katliamlarla ilgili gizli-açık tanıklık edecek itirafçılar?
ZALİMLİLERİN ORTAKLARI
Katilleri “ulusal kurtuluş savaşçısı gerillalar” diyerek kutsayanlar, Ağrı’nın Dibindegezenler, hiç kuşkusuz bu cinayetleri, “asimilasyona tepki” diyerek zafere dönüştürebilirler!
ABD’nin katillere yardım ettiğini bile bile, Amerika ile köklü-tarihsel ilişkilerden söz ediyor The General.
The Generaller, MGK toplantısında “Açılıma devam” derken asli sorumluluğunun güvenliği sürdürmek, katilleri yakalamak olduğunu birden unutuveriyorlar.
Bu arada Kürt yurttaşlar da yanılıyorlar; çünkü mühendislere, öğretmenlere kıyanlar, dünyayı kana bulayan devletlerin koruması altında onurlu bir devlet kuramazlar.
“Ulusal kahraman” olarak yutturulan katiller, kısa süre sonra cana kıyan baskıcı diktatör olurlar. Artıca katiller de ancak kalleşliğin simgesi olabilirler.
Öte yandan eşkıya devletlerle işbirliği Bağımsız Cumhuriyet Devletinin yıkımını da hızlandırıyor. Yıkıma ortaklık, “üniterlik”, “demokrasi” ve “hukuk” nutuklarıyla ancak bir süre örtülebilir. Önünde sonunda yıkımın yolunu açan görevliler de yargılanmaktan kurtulamazlar. (The General, UDY, 2011)
Not: 1984-2008 katliamlarının tümü için: Ümit Özdağ, Pusu ve Katliamların Kronolojisi, Kripto Kitaplar, Ankara, 2009
AKILDA-DÜŞÜNCEDE İSTİKLAL Mustafa YILDIRIM
Türkiye, Irak yönetimiyle, Suriye yönetimiyle, İran’la ittifak kurmalıymış!
Böyle diyorlar ve “Mustafa Kemal’in askeriyiz” diye bağırıyorlar.
Neden ittifak?!
Türkler kendi göbeğini kendileri kesecek; başka yolu yok!
PKK, İslamcılar, işlerine geldiğinde Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı birleşiveriyorlar!
Hizbullah-PKK ortak “taziye” çadırlarını ne çabuk unuttunuz?!
Türkler,
ABD-İran ortak maşası Irak yönetimiyle,
Türkiye topraklarını hala haritalarda Suriye toprağı olarak gösterenlerle,
Cumhuriyetimizi, Mustafa Kemal’i baş düşman ilan eden Ayetullahlarla,
İslamcı cihadcılarla neden ittifak kursun?!
İlla da bizi enayi yerine koyanlarla “ittifak” diyorsanız, “Mustafa Kemal” demeyeceksiniz; başka bir bayrak sallayacaksınız!
Üstelik el âlemden alınacak dersimiz de yoktur ve isteğimiz açık:
“Tüm yabancı güçler Ortadoğu’dan elini çeksin!”,
“Tüm yabancı güçler, ülkeleri altüst eden örgütlere desteğini çeksin!”
“İyi komşuluk isteyenler, Türkiye’ye düşmanca tutumlarını bıraksınlar ve Türkiye’nin ulusal sınırlarını tanıdıklarını inandırıcı bir belgeyle açıklasınlar!”
Unutmayacaksın:
“Ya İstiklal ya Ölüm” ilkesindeki “İstiklal” belgisi, yalnızca devlet egemenliğe dayalı politika değil, akılda-düşüncede “istiklal” gerektirir!
Her zorlukta aklınıza başka devletlerle ortaklık geliyorsa, siz ya kendinize hiç güvenmiyorsunuz ya da aklınız başka yerlerde… 10 Ekim 2014
ÖLMEMELİ ORADAKİLER VE BURADAKİLER Mustafa Yıldırım
“Johannesburg’da
kara güneş altında
vurdular delikanlıları
medeniyet viskisinden
bir yudum aldı
Elmasçı Cecile Rhodes”
Elmasçı Cecile’in çocukları
bilmem neresinde dünyanın
bir elleri viskide
öteki zavallı melezin bedeninde
keyif etsinler diye
ölmemeli
buradakiler
ve oradakiler
*
Koka bankerleri
Telaviv kaçakçıları
bilmem neresinde İsviçre’nin
ellerinde hesap makineleri
tutturacaklar diye hesabı
ölmemeli
buradakiler
ve oradakiler
*
Kabile reislerinin
eski zaman şeyhlerinin
sona ermesin diye saltanatları
ve kurulacak diye
petrol ziftinde demokrasi
ölmemeli
buradakiler
ve oradakiler
*
Yafa’nın irticacıları
ezsinler diye Cenin’de çocukları
dolaşsın diye barlarda
Londra’nın ırkçıları
ve Suud’un yardakçıları
ölmemeli
buradakiler
ve oradakiler
*
Bizans’ın kovboy ortağı
bunu bir iyice anla
Harran vurguncusu
eşkıya hükümdar olmaz dünyaya
sen vuracaksın diye pazarı
ölmemeli
buradakiler
ve oradakiler
*
Şunu sok kafana
beyaza kapılmış Doğu yobazı
boğacak bil seni
çocukların yanaklarına inen
o ateşten iki damla
ve gün olacak
ters geçirecekler miğferini
o mozaikçi kafana
Sahte barışçı unutma sen de
sus pussun dağıtılmamıza
senin gönlün glob–elleşmekte
ama barış içinde
örtemezsin kolayca
“oxi” ve “pais” demekle
seninde inerler ümüğüne
entellikle
ve dantellikle
Ve erdemli kardeşlik
ve eşitlik olsun diye
yok olsun diye mazlumluk
değişsin diye kaderi doğunun
ölecekse sırf bunun için
ölebilmeli
buradakiler
ve oradakiler
(Yürekler Kör, UDY, 2008, s.91-3)
SAVAŞ YOLUNDA 10 KASIM 1918 Mustafa YILDIRIM
“Bir devir bitiyor, yenisine giriyoruz” diye mırıldandı. Cevat Abbas, “Bir emriniz mi var? “ deyince, “Uzun bir yola daha çıkıyoruz! Ama bu defa yaya değil!” diyerek gülümsedi.
Adana tren istasyonu kalabalıktı. Tıslayıp duran lokomotifin yanından ayrılan memurlar bağırıyordu:
“On dakika sonra hareket ediyoruz, kimse kalmasın! Fazladan eşya almak yok! Fazlası olanı indireceğiz ona göre!”
Kumandan, pencereden dışarı bakıp uğurlamaya gelenlerle başını hafifçe öne eğerek vedalaşırken, Cevat Abbas’a son durumları sordu:
“Musul’dan haber var mı?”
“Kuvvetlerin bir kısmı Nusaybin ve Katıma şimaline doğru çekilmeye çalışıyorlarmış. Musul da İngilizlere teslim edilecekmiş.”
“Ya İskenderun?”
“Fransızlar limana çıkmış, Paşa Hazretleri!”
“Üçüncü Kolordu?”
“Belen’den Kırıkhan’a doğru çekilmiş.”
“Ali Fuat Paşa, Maraş’a silahları yollamış mı?”
“Evet, Paşa Hazretleri!”
“İstanbul’dan ne haber var?”
“Amiral Calthorpe, İstanbul’a gelip yerleşmiş. Onu Cevat Paşa karşılamış.”
“Bunu geç! Başka?..”
“İzzet Paşa istifa ettikten sonra Tevfik Paşa sadrazam olacakmış.”
“Bunu da duyduk, başka?..”
“Cemal Paşa da nazır oluyormuş.”
“Hangi Cemal Paşa?”
“4. Ordu kumandanı Mersinli Cemal Paşa!”
Başka soru sormadı. Birden Ezra (Ürdün) istasyonu geldi aklına. Ordusu kalmamış Cevat Paşa, masanın bir yanında. Onun karşısında da, ordusuyla geriye gelip bir savunma hattı yapmaktan kaçınmış olan Küçük Cemal Paşa!
Cemal Paşa’ya, “Benim ordumu da al ve bir tek ordu yapalım ve daha kuzeyde kuvvetli bir müdafaa hattı kurulsun” demişti. Onlar gülümsüyor, “Hususi tren bekliyoruz, Şam’a gideceğiz” diyorlardı.
“Akşama kalmadan Şam’a gidiyorlar. Orada bir iki gün bile kalmadan gidebildikleri yere kadar gittiler” diye mırıldandı; “Yolları İzmir’den Moudros’a, oradan da İstanbul’a çıkıyormuş. Bunları düşünmenin faydası yok artık! Şu camı açıp biraz hava alayım” diyerek yerinden doğruldu.
Kumandan’a bakan Cevat Abbas, “İyi ki, Çanakkale boğazını sormadı. Yoksa çok üzülürdü” diye düşünürken, kalabalığın içinden Miralay Sedat Bey çıka geldi, Miralay Bahattin Bey’in yanında durdu.
Kumandan iki kolunu cama yaslayıp eğildi:
“Hava da pek sıcak! Şeria vadisini aratmıyor.”
“Evet Kumandanım!”
“Sedat kardeşim! Yıldırım Grubu’na seninle yedi gün kumanda ettik!”
“Nablus’tan başlamıştık. Şimdilik yürüyüşümüze bir nokta koyuyoruz.”
“Bugün 10 Teşrin-i Sani ve saat de 10… Uzun bir yoldu!”
Bir an durakladı, lokomotif treni Adana’dan yavaşça ayırıyordu. Tren düdüğünün keskin sesini bastırmaya çalışarak sesini yükseltti:
“O karanlıkta Şeria nehrini nasıl geçtiysek, bu karanlıktan da geçeriz! Bakalım bu yol bizi daha…”
Sesi Adana istasyonundan ayrılan tekerlerin çelik raylara vuruşu arasında dağılıp gitti. Yerine oturdu, başını cama çevirdi; yarım kalan sözünü içinden, “nerelere götürecek?” diyerek tamamladı.
Tren ovanın karanlığına yönelirken içinden, “Çare yok! Karanlığı yakmak için bir kıvılcım çakmalı!” dedi.
O sırada istasyondan kalabalığı iki yana iterek ilerleyen uzun boylu, iri yarı genç adam perondan raylara indi; ellerini beline koydu, bir iç geçirdi. Karanlığa dalan son vagona hüzünle bakakaldı. Yanına gelen kısa boylu çelimsiz arkadaşına, “Tikveşli! Kaçırdık be yahu!” dedi.
Tikveşli Yaşar, elindeki fesini sağ yanına vurup duruyordu:
“Yahya Kaptan! Olacak iş mi be yahu? Musul’dan kalk gel! İki adım kala kaçır! Paşa’yla görüşemedik işte!”
Yahya Kaptan iri elini arkadaşının omzuna koyarak mırıldandı:
“Çare yok! Düşeceğiz yollara!”
Sivas Katliamı’na Bugünden Bakmak…
Mustafa Yıldırım
Kanıtsız kurguların, ön yargılı açıklamaların yarattığı sisli ortamı aralamak gerekiyor.
Öncelikle olayları anımsamak yararlı olacaktır.
*
Tahran’da, Ayetullah Hassan Sanei, Kasım 1992’de, Selman Rüşdi’yi öldürenlere verilecek ödülü 2 milyon dolara çıkardıklarını açıklamış, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden bir ay sonra da Aziz Nesin’i hedef göstermişti:
“Bir ABD uşağı ve Şah Rıza Pehlevi gibilerin oyuncağı olan Aziz Nesin, İslam için önemli bir düşman değildir. Ancak kitabı yayınladığı takdirde de, sonunun ne olacağı bellidir!..”
“Müslüman İşadamı” olarak tanıtılan M. Ali Şadoğlu da Aziz Nesin’in “kellesi”için “Rüşdi’nin ödülünün onda biri kadar, 200 bin dolar ödül” vereceğini gazete ilanıyla duyurmuştu.
Devamı
http://www.guncelmersin.com/makale/mustafa-yildirim/sivas-katliamina-bugunden-bakmak/8.html