HALEP’TE EMPERYALİZME KARŞIYDIK: ALKIŞLANDIK! ŞİMDİ İŞGALCİ Mİ OLACAĞIZ?
Mustafa YILDIRIM
Kumandan atın başını okşadıktan sonra sol ayağını üzengiye atıp, çevik bir hareketle bindi. Süvarilere selâm verdikten sonra atını Bab Faraj meydanına sürdü.
Günlerdir, kargaşa içinde bunalan halk ve tüccarlar çarşının dar yollarından yavaş yavaş geçen kumanda-nı ve arkasındaki süvarileri alkışlıyordu.
Antakya kapısından geçip, çarşının nemli havasından kurtuldular. Bu kapıdan ne zaman geçseler, memleketlerine dönecekleri o günün düşleriyle duygulanan zabitler, ikişerli sıraları bozmadan Kuvayk ırmağını sollarına alarak Kumandan’ı izlediler. (…)
Aziziye mahallesine giden şoseye vardılar. Bir süre sonra Kuvayk ırmağı üstündeki eski taş köprüyü geçtiler. Sağda solda bozulmuş bağların arasından havalanan arı kuşları, atlıların üstünde dolaştıktan sonra, Aziziye konaklarının üstünden demiryoluna doğru uçup gittiler.
Kumandan, “Konacak telgraf teli arıyorlar” dedi.
Aziziye mahllesinde meydana geldiklerinde, kadın-lar ve kızlar Kumandan ve süvarilerini alkışlamaya başladılar.
Kumandan ve süvarileri, Cemiliye mahallesinden geçerek Gazali tepesine çıktılar. Tepe, birkaç yüz metre yükseklikteydi. (…) Kumandan atından indi. Güneye Baalbek yönüne ve batıya Antakya yönüne, sonra kuzeye Katıma ve Tel Arif’ten Kilis’e uzanan yollara dürbünüyle baktı. (…)
Süvarilerden biri: ”Bahse var mısın? Topları yerleşti-receği yerleri tespit ediyor.”
Öteki süvari: “Burada harbedip de ne olacak?”
Bir başka süvari sesini iyice alçalttı:
“Her çekilişin bir duruşu vardır unutma!”
O sırada Kumandan, aşağılardaki bahçelere ve doğularında kalan Şam istasyonuna şöyle bir baktıktan sonra, yamacın alt yanında bekleyen sabırsız süvarilerin yanına indi. (…)
Eski kale duvarlarını izleyen güney yolundan geçtiler. Kumandan, Binbaşı Behçet Bey’e bir şeyler anlatırken Atını Bab el-Makam kapısına doğru sürdü.
Serseri yatağı denilen eski mahalleye girmişlerdi. Şeria’dan beri yollarda Arap aşiretlerinin saldırısına uğramış, arkadaşlarını yitirmiş olan genç süvarilerden bazıları yürek çarpıntılarına engel olamadılar. (…) Aniden saldırıya uğramak, görünen düşmanla ölümü göze alarak savaşmaktan korkmayan askerlerin en çok ürktükleri durumdur.
Selçuklulardan kalma Mengli Boğa camisinin önün-den geçerlerken Bnb. Ferhat Bey, elini beline atıp, tabanca kılıfının düğmesini açınca arkadan gelenler de, birbiri ardına, kılıf kapaklarını açtılar. Her an çarpışmaya hazır, başları iki yana çevrili ilerliyorlardı.
El-Fetat’ın (Arapların gizli örgütü) silahlıları kaç kişi olabilirdi ki! Onlarla baş etmek kolaydı da, gözü dönmüş çapulcuların ne yapacağı belli olmazdı.
Kör bulmacaya benzeyen sokaklarda önce çocuklar belirmeye başladı; daha sonra yaşlılar… Sonra bir gürültüdür koptu. Zabitler ellerini tabancalarının kabzasına attılar.
Penceresiz taş evlerden kadın bağrışmaları duyuldu. Binaların düz damlarında çömelmiş kadınlar birden zılgıt çekmeye başladılar. Teraslardan sarkan kadınlar da el sallıyor, Türkçe, Arapça bağrışıyorlardı.
Bazı kadınlar, Kumandan’a ve Türk süvarilerine güller atıyordu. Kumandan kapı önlerindeki yaşlılarla sağ elini göğsüne götürerek selâmlaşıyor, küçük çocuklara rastladığında, eğilip gülümseyerek bir şeyler söylüyordu. Yoksulların mahallesinde Faysal bin Hüseyin bin Haşimi’nin çapulculardan eser yoktu.
Kumandan ve süvarileri Gümrük Han’ından iç kale-nin önüne çıktılar; Ak Boğa camisini geçip Altın Boğa camisine geldiler. Kumandan cami önündekilerle kısa süre söyleşti. (…) Ağacık camisinin önünden geçerken ezan okunmaya başladı. Kumandan cami önündekileri başını hafifçe öne eğerek onları selamladı.
Kenti geride bırakıp Şeyh Naccar tepesine çıktılar. Cibrin köyünden Um el-Amad’a uzanan yol görünüyordu. Yüzbaşı Salih, bir kez daha yanındakine dön-dü:
“Bak İngilizlerle Faysal’ın adamları işte bu yandan gelecek. Bizim mızraklılara da çok iş düşecek!”
Arkadan biri:
“Sokaklardakiler ne olacak? Bizi görünce inlerine saklandılar ama ne yapacakları belli olmaz!”
Onu yanındaki yanıtladı:
“Dağlar topçulardan, düzler bizim süvarilerden sorulur. Gerisini de piyadelerle jandarma düşünsün!” (…)
*
Kılıçlılar hangi yüzle Anıtkabir’e?!
16 Ekim 1918’’de Halep ve çevresinde yaşananları 58 Gün kitabından özetledim. Halep, emperyalistlere karşı savunulacaktı.
Sonrasında Ortadoğu’nun Büyük İşgal Koalisyonu, Birinci Dünya Savaşının son darbesini, 25 Ekim 1918’de Kumandan Mustafa Kemal ve süvarilerinden yediler: Halep sokaklarında, Halep dışındaki tepelerde. Büyük savaşın son muharebesini onlar kazanmıştı.
Şimdiyse şu halimize bir bakın: Kumandan’ın ordusu, Kumandan’ın Ortadoğu’nun son işgal koalisyonunun emriyle 1918’in kılıç artığı katliamcı Arap aşiretleriyle ve onların ağaları emperyalistlerle aynı cephede saf tutmuş! 10 Kasım 2012’de kılıçlarını kuşanıp Anıtkabir’de törene gidecekler!
Hangi yüzle?!
Not: 1914-1918 Büyük İşgal Koalisyonu: İngiliz-Fransız – Kanada – Yeni Zelanda – Müslüman Hintli ordusu – Yahudi Tugayı – Mekkeli Şerif Hüseyin Bin Haşim ve oğulları – Der’a katliamcısı Arap aşiretleri – işbirlikçi Kürt aşiretleri – işbirlikçi Osmanlı Arap zabitleri vb. (Meraklısı için ayrıntılar: “58 Gün – Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına”, 4. Basım, UDY, 2008)
8 Kasım 2012
http://www.guncelmersin.com/EditorNews.asp?ID=1960
ZORAKİ GENEL BAŞKAN BUYURDU: “GENÇLER BARIŞ İSTİYOR!” MUSTAFA YILDIRIM
Genç öğretmenlerin ilk işiydi. Güneydoğu’nun o yoksul küçük köyündeki küçücük okulun bir odasındaydılar. Gençler geldiler; öğretmenleri keleşnikoflarıyla tarayıp öldürdüler. Keleşnikoflu “gençler barış istiyorlar!”
Mühendislerin de kimliklerine baktılar ve silahla tarayıp öldürdüler. O “gençler barış istiyorlar!”
Gençler köye girdiler; evi ateşe verdiler. Anne ve çocukları yaktılar. Yakarken “gençler barış istiyorlar!”
Servis otobüsünü bombayla uçurdular. Çocuklar öldü.
“Gençler barış istiyorlar!”
Silahsız yedek subay öğrenciler, Tuzla istasyonunda öldürüldüler. Gençler geldiler ve o beş genci öldürdüler.
“Gençler barış istiyorlar!”
Madımak’ta İslam inkılâpçılarının “kıyam” ve kıyım günüydü. O sıralarda 300 genç İran sınırından girdiler ve Sivas yakınlarındaki yaylaya tırmandılar ve köylüleri kurşuna dizdiler.
“Gençler barış istiyorlar!”
Minibüs kalkmak üzereyken bombayla yerli-yabancı yolcular öldü.
Bombayı atan “gençler barış istiyorlar!”
“Dersim’den bin Km uzakta, Ege kıyılarında, Genç Memetler (“O birkaç Hüseyin”den daha çokturlar) otobüsteydiler. Silahları da yoktu. Gençler yolda bombayı patlattılar. Memetleri öldürüyorlar!
Öldüren “Gençler barış istiyorlar!”
Daha nice silahsız, korumasız insanı öldürerek “Gençler, barış istiyorlar!”
*
Gençlerin temsilcileri, Oslo’da devleti ele alan yöneticilerle pazarlıktaydılar.
Zoraki Genel Başkan, “Barış olacaksa Öcalan’la da görüşülebilir!” diyordu.
Onun zoraki elemanı, keleşnikofların güvenlik ortamında ve “derenin şırıl şırıl suları” eşliğinde uyuyup düze iniyor; “Dersim milletvekili” olduğunu vurgulayarak “Dağları özlemişim” diyor; “sırtımdaki gerilla gömleği” diyor!
Zoraki Genel Başkan da “Dersimli Başbakan olacağım bir diyeceğin var mı?” diye tutturmuştu.
Onun zoraki elemanı, kendisini dağa kaldıranlarla duygulanmış; “Gençler barış istiyor” demekten kendini alamıyor!
Daha birkaç ay önce “Öcalan’la görüşülebilir” diyen Zoraki Genel Başkan da zoraki elemanının görüşlerine katılıyor; ama birden çark edip “Oslo’nun hesabını daha veremediniz!” diyor.
Kimi Oslo’da görüşüyor!
Kimi Almanya’daki “Dersim Platformu”nda görüşüyor!
Kimi de kim bilir hangi derede!
*
Zoraki Genel Başkan, Nakşîlerin önde gelenlerinden biriyle Umre Arabistan’a gideli yıllar oldu.
Belikli Nakşi feyzi kapmış. Daha dün o ünlü kebapçıya toplamış “demokrasi” aşığı “barışsever” şeyh-hoca biatçilerini; fetva üstüne fetva veriyor.
“Hz. Muhammed en büyük devrimcidir” diyor; “Dini büyük ölçüde şekle indirgedik. İslam’ın özü barıştır” diyor ve ekliyor:
“Barışın dilini konuşmalıyız. Barışın dilini konuşunca ‘Bunlar PKK’lı’ deniliyor. Bu olmaz.”
Zoraki Genel Başkan öyle diyorsa öyledir!
*
Zoraki eleman, “Dersim… Katliam… Atatürk…” deyince “çılgın”a dönen, TV kamerası önünde bağırıp çağıran şimdinin taze CHP yöneticileri de “gençler barış istiyor” diyen o zoraki elemana “manevi” güç veriyorlar.
Bayramlık ağzını açan açana!..
Sanıyorlar ki bu devran böyle sürer!
“Barışın dili” bakalım kıvrılıp daha nerelere girecek!
Bakalım daha kimler “gerilla gömleği” giyecek!
Not: Kızılkiliseli-Nazımiyeli Kılıçdaroğlu Kemal Bey’in iftihar (“iftar” değil) yemeğine katılanlar için bkz. www.guncelmersin.com)
MUSTAFA YILDIRIM 18 Ağustos 2012
YUH OLSUN, YUH! MUSTAFA YILDIRIM
T : Türkçenin bir harfi.
L : Türkçenin bir harfi.
C : Türkçenin bir harfi.
T : Türk ve Türkiye.
C : Cumhuriyet.
T.C. : Türkiye Cumhuriyeti.
L : Lira
TL?
Azerbaycan’da, Arabistan’da, İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Erbil’de: Türk Lirası
Amerika’da, Endenozyeda, Pakistan’da: Turkish Lira
Almanya’da: Turkische Lira
Fransa’da: Livre Turque
Afrika dillerinde: Turkse Lira
Portekiz’de, İspanya’da, Güney Amerika ülkelerinde, Batı Afrika kıyılarında: Lira Turca
Hun – Macaristan’da: Török Lira
Litavanya’da: Turkijos Lira
Türkiye’de TL kaldı mı?
Türkçede yeri olmayan bir çengel!
Türkçede yeri olmayan bir garip işaret!
Türklerle bağı olmayan bir muhalefet!
Türklerden sıyrılıp gitmiş bir Cumhuriyet kurucusu parti!
Türklerle ilişkisiz bir yönetim!
Yok edilişe aldırmayan kimliksiz Türkçüler!
Soysuzlaştırmaya aldırmayan Ata-Türkçüler!
Rezalete sessiz kalan Milli Banka yöneticileri, eski denetçiler, eski başkanlar!
Hepsinden kötüsü “çengel” işaretini görmezden gelen Türk dilcileri, yazarlar, şairler!
Ve artık Türkiye’de “Türk Lirası” yok!
Bu saldırının da tarihte benzeri yok!
İnsanlık tarihinde yok olup giden toplumlar görülmüştür, eriyip giden diller de olmuştur!
Ancak burunlarına kendiliğinden olta taktıranlara rastlanmamıştır!
Sözlüklerden “Sıkılmak”, “arlanmak”, “utanmak” gibi sözcükleri de silinmiş olmalı!
…
Şimdi dünyaya nasıl açıklayacağız o çengel soysuzlaşmasını?
Ayalardır sürdürdüğünüz sessizliğinize bakılırsa umurunuzda da değil!
Yuh olsun!
Not: O ne olduğu belirsiz “çengel” işareti, dünya dillerinin yazım işaretleri arasında bulunmadığından daktilo tuşlarında da yok. Bu yazıya da koyamadım. Elimle çiziktirmeye de içim elvermedi. O işaret etiketini taşıyan malları da satın almıyorum. Bakalım TL yazan bir dükkan kalmayınca ne yapacağım?
Ankara, 10 Temmuz 2012
KUMANDAN OLABİLMEK! MUSTAFA YILDIRIM
Son saldırıyla ordular dağılıyordu. Önemli bir kolordunun kumandanı da ne yapacağını bilememiş, çekip Beyrut’a gitmişti.
Kumandan Lübnan dağında Rayak istasyonuna iner inmez Beyrut’a bir vagonluk tren yollamış ve bu kolordu kumandanını getirtmişti. Sözü uzatmamış, ordusunu bırakıp giden kumandanı azarlamaya başlamıştı:
“Siz kolordunuzu bırakıp kendi başınıza Beyrut’a gittiniz. Bilirsiniz ki kolordu, kuvvet ve kudret bakımından en büyük askeri birliktir.”
Bir an karşısındakinin gözlerine bakan Kumandan sesini sertleştirmişti:
“Bir kolordunun kumandanı, bir tek askerini bile kurtarmaksızın, ordusunun topunu birden düşman eline bırakır ve şahsını kurtarmaya çalışırsa, sebebi her ne olursa olsun suçludur!”
Bu dar zamanda, karşısında suskunlaşan bu kumandanı kaybetmek de istememiş, kararlı bir sesle sormuştu:
“Şimdi size bir iyilikte bulunmak isterim. Ancak öğrenmek isterim ki, kendinizde kumandanlık yapacak bir güven var mı?”
“Evet.”
“O halde, Baalbek’e gidiniz. Arkadaşınız Ali Fuat orada. Yarın size bir görev vereceğim. Şimdi yolunuz açık olsun.” (“58 Gün – Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına” kitabından aldım.)
Kumandan bu tür olaylara şaşmamayı öğrenmişti. 1914 yılında arkadaşı Nuri’nin “Zabit ve Kumandan” kitabını eleştirdiği uzun mektubunda (1918’de kitap oldu), bir subayın karşılaştığı ani durumlarda, kişisel sorumluluk bilinciyle ve kararlılıkla davranması gerektiğini yazmıştı:
“Kumandanlar karşılaştıkları her durumda ve koşulda duraksamadan hemen gerekli önlemleri almalıdırlar. Birdenbire ortaya çıkan bir durumla ilk karşılaşan (yalnızca) birliğin en yüksek komutanı değildir.
Büyük küçük her birlikte, her subay, her yedek subay ve hatta her er, üstünden (kumandanından) hareketine ilişkin bir emir alamadığı durumlarla karşılaşabilir.
Bu nedenle, kumandanların ve erlerin durumu kendi başlarına değerlendirerek gerekli kararları alabilecek nitelikte yetiştiklerine inanmadan bir askeri birliğin ve bir ordunun güçlü olduğunu düşünmek aymazlıktır (ve sonu) yıkımdır.” (“Zabit ve Kumandan” ile Hasbıhal, İşbank Y. 1952’den yalınlaştırdım.)
Kumandan bunları yazalı tastamam 98 yıl oldu. Kumandan’ın bir sözü daha var ki olayların nedenini açıklamaya yetiyor:
“İdare-i maslahatçılar esaslı devrim yapamazlar!”
Bu söze, “Yabancıların askeri gücüne güvenerek kumandanlık edenler, devrimleri yarım bırakanlar, hem kendilerini hem de halkı felakete sürüklerler” diye eklesek mi?
Ankara, 23 Haziran 2012
Not: Kumandan’dan azar yiyen kolordu kumandanı, Bekaa vadisinin hemen kuzeyindeki Baaalbek’te de yeni görev için beklememiş, ilk trene atladığı gibi, Osmanoğullarının işgalcilere teslim ettiği İstanbul’un yolunu tutmuş, yarı esareti seçmişti.
MİSYON İÇİNDE MİSYON-MUSTAFA YILDIRIM
Öyle öfkeli ki; “Ah onlar var ya” diyor, “liderimizin yanındakiler!” Liderlerini hep onlar yanıltıyormuş!
Anlamak olanaksız; tarihi bilen ve iyice irdeleyip sonuçlar çıkaran değil midir lider dediğiniz?
Belirli bir hareket hattı, temel ilkeleri olan, fikriyle ve programıyla tutarlı, yönetmeyi bilen değil midir “lider” denilen kişi?
Fırka’daki bir üst düzey yönetici, “Bizim Başkan” demişti, ”dinliyor, dinliyor, dinliyor; ama kendi siyasal fikrini hiç söylemiyor!”
Bir başka yönetici de “Bizim Genel Başkan, herkesi konuşturuyor, ama kendisi fikrini söylemiyor! İstanbul’a gidip geliyor; ‘Kararım budur, böyle olacak’ diyor!”
Genel Başkan ya da “Lider” kararı bildiriyor da onlar, Fırkamızın ilkeleri, siyasal hattımız falan demeden emri yerine getiriyorlar!
Sonra da dışarıda sızlanıp, ondan bu8ndan teselli arıyorlar!
10 Eylül 2010’da devletin kökü koparılmış, “Anayasa” olmuş “İslam İnkılâbı’nın temel hareket hattı!
Zoraki Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, bir kerecik olsun devletten, kökten söz etmemiş; “Ben” demiş “ben de ben!”, “başa geçersem her şey yoluna girecek!”
Sızlanıcılar, “Yaşa! Varol!” demişler! Neden demesinler ki?! Yakında seçim vardı, yağlı-ballı vekillik vardı!
Sonra “Lider” belledikleri Zoraki Genel Başkanları, açıldıkça açılmış ve döktürdükçe döktürmüş:
“Türkiye’de laiklik tehlikede değildir!”
“İyi cemaatler de var!”
“Devlet Öcalan’la da görüşebilir.”
“MIT-PKK görüşmesi yapılabilir!”
“Arap Baharı laiklik hareketidir!”
“Dersim’de katliam yapılmıştır!”
“Sabahattin Ali’yi CHP öldürttü!”
“TESEV’de iyi aydınlar var!”
“TESEV’den ayrılmayı düşünmüyorum!”
“O zamanlar (TESEV’de) Soros yoktu!”(*)
“AKP, günümüzde ABD’ye karşı ikiyüzlü bir politika izlemektedir.”
“Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler çok önemlidir. Bu ilişkiler istikrarlı ve üretici olduğu zaman bunun Orta Doğu’da ve diğer bölgelerdeki barış ve güvenlik üzerinde de yapıcı etkileri olur.”
Atadığı milletvekili Amerikan devletinden ödüller almış; usta operatörlerden ABD Büyükelçisi kokteyl düzenlemiş! Zoraki Genel Başkan’ın eşi ABD Büyükelçisinin koluna girmiş!
Yetmemiş; Zoraki Genel Başkan, emniyette ve mahkemelerde cemaat varlığını inkâr etmiş.
Sonra da ABD-AB eliyle parçalanan Yugoslavya’dan geri kalan Bosna’ya “ılımlı demokratik-İslam” planlarını gözden geçirmiş!
Ah o yanındakiler var ya, o liderin yanındakiler!
İyi de, o İstanbul’daki akıllılar kim? Yoksa seçimle Ankara’ya mı taşındılar?
9 Mayıs 2012 MUSTAFA YILDIRIM
Pavey’in ödül alma töreni http://www.youtube.com/watch?v=mobyqKJ97rY&feature=related
Türkçe cinayetine karşı savaşım ve destek için: http://10dakika.tv/index.php/turkceyi-kimler-olduruyor.html
GAFLETLE İHANET ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ Mustafa YILDIRIM
Abdullah Öcalan’ın avukatlarından, hırçın-uzlaşmacı ve en “barışsever” milletvekili Hasip Kaplan demiş ki: “İnanın hiçbir siyasi parti, hiçbir güç 75 milyonu birbirinden ayıramaz. Biz eşit, özgürlükçü, adaletli bir ülkede yaşamak istiyoruz!”
Doğrudur! Batılı-Doğulu Emperyalizmin kanatları altına sığınıp kan döktükçe 75 milyonu birbirine kenetlemektedirler:
Gencecik öğretmenleri Türk olduklarına karar verip öldürmediler.
Şantiyelerine giden mühendislerin yolunu kesip, salt Türk oldukları için öldürmediler. Bir mühendisin kimliğine bakıp, eşinin ve çocuğunun gözü önünde vurmadılar.
Köydeki okulları basıp öğretmenleri öğrencilerin gözü önünde keleşlerle taramadılar. Evleri basıp çoluk çocuk, kadın erkek demeden yakmadılar.
Güpegündüz alışveriş merkezini kundaklayıp savunmasız kadınları da yakmadılar.
Gerisi elbette var, ama şimdilik en “Kürt Bilgesi” olarak ünlendirilen Anter’e başvuralım:
““Kürtler Şamani, Göçebe ve cahil Oğuz Türklerini” bağırlarına basmış; “Müslüman etmiş”, “sünnet” etmiş ve “boktan yecüc mecüc adları olan tokuş mokuş adlarını” değiştirmiştir. (*)
Anter’e göre Kürtler, Türkleri ehlileştirmiştir. Hayvanların da ehlileşirken insanların elini ısırmasını örnek gösteren Anter, “Ama terbiyeci insan bunları hep görür ve yine de o vahşi hayvanın ehlileşmesine sabırla fedakarlık gösterir. Biz Kürtler de böyle sabırlı ve karakterli insanlarız.” (Musa Anter, “Kemalizm nedir?”, 28 Temmuz 1992)
*
En Milliyetçi ve En Türkçü Devlet Bahçeli de 23 Nisan 1920 – İstiklal Meclisi’nin açılışının yıldönümünde buyurmuşlar ki:
“İlk defa sivil nitelikli yeni bir anayasa yapım süreci önemlidir ve sonuca ermesi bizim açımızdan elzemdir. TBMM’nin değerli başkanının; kararlı, samimi ve gayretli çalışmalarıyla yürüyen Anayasa Uzlaşma Komisyonu, temsil edilen partilerin oy oranlarına bakılmaksızın verilecek katkı ve çabayla amacına ulaşmalıdır. Türk milleti hak ettiği yeni anayasaya, gelecek yıl kutlayacağımız TBMM’nin 93’üncü yıldönümüne (23 Nisan 2013) kadar mutlaka kavuşmalıdır. Parti olarak biz yeni bir anayasa hazırlanması konusunda elimizi taşın altına koymaya varız ve bunda da son derece kararlıyız.”(Gazeteler)
Bu sözleri yorumlamak bile karanlık vadiye düşmek demektir! Devlet Bey’e de bir şey olmaz! Parti kaygılarıyla Türklerin esirleştirilmesine seyirci kalan o MHP milletvekilleri düşünsün!
*
Dersimin “katliam” takipçisi, CHP’nin Zoraki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na televizyonda sormuşlar:
“Poliste veya yargıda camiamın hakim olduğuna dair görüşler var, size böyle bir rapor geldi mi? Poliste veya yargıda böyle bir örgütlenme var mı?”
Anadolu Federe İslam Cumhuriyeti Anayasası’nın örtülü uzlaşmacısı Kemal Bey de hemen yanıtlamış:
“Elimizde böyle bir veri yok. Ben bir belge görmeden anlatımlardan yola çıkamam… Benim bir şeyi dillendirmem için bir kaynak, bir belge olması lazım.”
Nazımiyeli (Kızılkiliseli) Kemal Bey, içerdeki-meclisteki kendi atadığı milletvekillerinin soru önergelerini de mi bilmiyor? Pes yani!
*
“The General”, Amerika ilişkilerimiz ortak değerlere dayanır; tarihidir, köklüdür ve hukuk da hukuk, diye, diye Amerika’nın federasyon projesine kurban oldu. “Atatürk” kitabı yazıyormuş. Dilerim “istiklal-i tam” ilkesini bu arada öğrenirler! Hiç olmazsa öteki zabitler hataya düşmesinler, diye kendi gafletlerini sıralayıp, özür dileyebilir ve ondan sonra “Millet bize sahip çıkmadı” diye yakınma hakkını elde edebilir!
(*) Kötü sözcüğü, Anter’in yazısından aynen aldım. Yazmak zorunda kaldığım için okurdan özür dilerim.
MUSTAFA YILDIRIM 23 Nisan 2012
Türkçe cinayetine karşı savaşım ve destek için: http://10dakika.tv/index.php/turkceyi-kimler-olduruyor.html